Biz o zamanı iyi yaşadık. Çeşmeden su içtik, komşunun bahçesinde, eriğe, kiraza, dut ya da incire dalabildik, boş arsalar vardı ve, oyunu bırakmayalım diye oralara işedik. ‘Yangın söndüren var!’ diye bağırılsa da, üstümüze de gelse, bunu yaptık. Toprak gördük, çukur oynadık, ağaçtan düştük, kiraladığımız bisikletten düştük. Her tarafımız kanadı, belki annemizden babamızdan azar da işittik ama, onuda yapmaya devam ettik. Tüp kamyonlarının arkasına takıldık, ‘Arkaya takılan var’ diyenlere aldırmadık. Düştük kalktık, büyüdük… Yanımızda büyükler olmadan, başka yerlere gidebildik, arabada öne oturduk, o şehirler arası otobüslerde yanımızda fosur, fosur sigara içildi, çokça duman altı olduk. Maç ettik, terledik, terli vaziyette mermere oturduk, aynı şişeden 4-5 arkadaş su içtik, ve hiçbirimize hastalık bulaşmadı. Hemen hiçbirimizin fazla kilosu yoktu. Çünkü sokaktaydık. Koltuğumuzun altına topumuzu alır, tek başımıza okula ya da parka giderdik. ‘Nasıl olsa orada birileri vardır oynayacak’ derdik ve orada birileri olurdu…
Annelerimiz eşyalarını özenle korur, bozulduklarında ertesi gün yerine yenisinin gelmeyeceğini bilirlerdi. Hemen hepsinin elinde bir iğne iplik önlüklerin sökükleri okula gitmek üzereyken ayaküstü dikilirdi. Günlerinde kek, börek, “bir çay daha!”, poğaça, “Ay! Komşu tatlıda mı yaptın!” derken başlarlardı şişmanlamaya. Evlerini yuva yapmaya çalışırken yorulurlar, ama asla yorgun olmazlardı.
Sokağımızdaki teyzeler annelerimiz gibiydi. Susadığımızda evlerine girer su içerdik.
Koşar, düşer, terleriz, burnumuz akar. Üzülür, ağlarız yine akardı. Kollarımıza silerdik burunlarımızı. Gömleğimizin, kazağımızın, gocuğumuzun, uzun kollu neyimiz varsa hepsinin uçları meşin gibi olurdu.
Kelebekler konardı omuzlarımıza, uğurböcekleri en sevimli halleriyle kendilerine birinin mani söylemesini beklerlerdi. Her delikten bir kertenkele uzatır kafasını, başka bir deliğe saklanmadan önce ufak değneklerimizle kovalardık onları. Antenler yerlerini kapmadan önce leylekler yuvalarını çatılarımıza yapardı.
Elimizde Japon Çekirdekleri sokaktan gelip geçenlere bakarken çitler, soranlara adres tarif ederdik.
Hepimizin orada, uzakta köylerimiz vardı… Sadece sebze ya da tahıl ürünleri değil, yatılı misafirlerimiz de gelirdi köylerden. Bir gelen haftalarca gitmezdi.
Evci askerlerin kıyafetlerinin kokusu sinerdi duvarlarımıza. Yedikleri dayaklardan yiyemedikleri yemeklerden bahseder, bir hafta sonra yine gelmek üzere giderlerdi. Böyle olduğu halde neden mektup yazarlar anlamazdım.
Yoğurtçular, hurdacılar, kalaycılar, bileyiciler fuar alanı gibi kullanırlardı sokakları. Kendilerine has ezgileriyle bağırıp gezerlerdi. Bekçilerimiz vardı; kahverengi polislerimiz. Düdüklerini öttürür, bozacılarla beraber gecelerin sesi olurlardı.
Şoförler: “Bundan iyisini ancak Allah yapar,” derlerdi efsane otobüs 302 için.
“Ne Anadol’u be! Babadol, Babadol,” deyip dururdu dayım.
“O zamanlar Kumburgaz bize çok uzak, fotoğraflarımız sepya, hayatımız siyah-beyazdı. Domatesler kesildiklerinde etrafa güzel kokular yayar, evlerimizin balkonunda ya da pencere önlerinde Vita marka yağ tenekelerinde biberler, fesleğenler, çilekler yaşardı. Balkondan uzansak erik, kayısı, kiraz veya vişne toplayabilirdik belki ama misafirliğe gittiğimizde elimiz muza kayardı.”